Orta son çağları. Babam maaşlı işi bırakıp ofis açmış. Yaz tatili olunca, ben de boş boş gezinmeyeyim, hafiften de iş hayatına adapte olayım gerekçesiyle eşlik etmeye başladım kendisine. O dışarı çıkınca, ben sağı solu toparlayarak, telefonlara bakıp, düzgün not alarak ve seyrek de olsa gelen gidenle ilgilenerek geçiriyorum günleri…
Ancak çocuk disiplinsizliği işte, bir süre sonra sıkıldığımı fark edip, en azından babamın ofiste olduğu anlarda, “ben şöyle bir dolanayım” diyerek gezintiye çıkıyordum. Tam da bu zamanlarda keşfettim, iki sokak yukarıdaki atari salonunu. Ne olduysada atari ve atari salonlarına duyduğum ilgiden oldu. Su bulma telaşındaki bedevi gibi, ofiste geçen her dakika, aklım beni o atari salonuna götürecek fırsat ve kaynakları düşünmekle meşguldü. Ve bir şeyi çok istemekten kaynaklı mıdır bilinmez, iki gün sonra babam beni yanına çağırdı. Çalışmaya başladığımdan beri, yalnız olduğum her öğlen, karşı büfeden ekmek arası salam kaşar yaptırıp, litrelik kola alarak hesabımıza yazdırıyor, hiçbir ücret ödemeden bastırıyordum açlığımı. Bu konuya annem sıcak bakmamış, “Adam gibi yemek yesin çocuk,” diye eleştirimiş babamı. Sanırım bu nedenle, banka kasası şekli verilmiş kumbarasıyla tanışmamı istedi, “Bak,” dedi “ bu kumbaranın içinde bozuk paralar var. Her zaman büfeden yeme, ev yemekleri yapan lokantadan da bir şeyler söyle.” O an çocuk dünyamda bir bayram, küçük zihnimde bir aydınlanma oldu. Atarici, bozukluklar, aç ama eğlenceli geçecek mesai günleri bir bir canlandı aklımda. Babam gider gitmez, kumbarayı yerinden aldım. Şifresini girip kapağı açtığımda, dönemin en büyük madeni paralarından oluşan, ağzına kadar dolu bir manzara karşımda duruyordu. Her normal insan gibi ilk işim saymak oldu. Ardından küsuratı cebe atıp ataricinin yolunu tuttum.
Başlangıç gününün ardından her gün, hatta bazı günler bir iki defa çıkıp atariciye gidiyor, simitle beslenip, kebap yemiş insan keyfiyle ofise dönüyordum. Bir oldu, beş oldu, on oldu… En sonunda bir gün babam beni yine yanına çağırdı. Gittiğimde elinde boş kumbara, yüzünde sorularla dolu bir ifade vardı, “Bu ne lan?” dedi. Ses çıkarmadım. “Oğlum bu ne? Kuzu mu çeviriyorsun, bu kadar ne yedin sen? Daha bir hafta önce dünyanın parası vardı lan bunda?” diye verdikçe verdi kalayı… En sıkışık olduğu anda, her erkek çocuğun yapması gerekeni yaparak, bir babanın en hassas olacağı konudan girdim mevzuya.
“Baba ya şey…”
“Ne şeyi lan! ney!..”
“Şey baba ya… Geçen gün, geçen gün bizim sınıftan Aslı’ya rastladım yolda. Buralarda oturuyormuş meğer. Ona bi şeyler ısmarladım ayaküstü. Bi de dün doğum günüymüş kızın, davet etti. İki dakikalığına kapıdan uğradım ama hediye almam falan gerekti. Söyleyecektim ben sana da, haftalığımla yerine koyarım diye düşündüm…” diye kıvırdıkça kıvırdım. “Aslı mı? Aslı haa? Vaay güzel mi bu Aslı? Ulan adam oldun kızlarla mı takılıyorsun kerata? Neyse aferin aferin, al bakalım şu parayı, cebinde bulunsun. Bir daha rastlarsın falan mahcup olma,” diyerek, bu büyük suçu bir de ödüllendirdi…
Aslında şimdi hikayeyi anlatınca günümüz dünyasıyla müthiş bir benzerlik çarptı gözüme. Mesela bu sigara, alkol firmaları, bu bankalar, bu bir malın kendi fiyatında daha fazla vergi koyan hükümet falan da ceplerimizdeki parayı tırtıklayıp, sağlımızı bozup, bir de toplumlar tarafından saygınlıkla ödüllendirilmiyorlar mı? Benim ki de o hesap işte. Özünde hırsızlık yapıp, saygınlık kazandım. Mağdur olarak neye baktığın değil, neye baktırıldığın mühim. Yani “Bozukluk”lar kumbaralarda değil, algılarda.
Özgür Keskin