BARSELONA: YAŞAMAK İÇİN BİR ŞEHİR

Sagrada_Familia_01

İşte Barselona’dan döndüm, çalışmaya gidiyorum – yarım bıraktığım işlere devam etmeye. Zaten bütün hikaye bir şeyleri yarıda bırakmak zorunda olmamıza tahammül edebilmek değil mi? Zira insan her halükarda eksiktir, ölüm vardır. Olgunlaşmak dediğimiz şey bu yarım kalmışlık hissiyle barışmak değil midir?

Geri döndüm ve kendime yaptığım şakalarım beni hemen karşıladı. Denemek üzere özenle seçtiğim, seçerken de kendime “yok yere risk mi alıyorum, ya beğenmezsem, gereksiz para vermiş olur muyum” dediğim içkiyi kırdım. Kapının önüne koydum ve devriliverdi. Açlık, eve varmanın telaşı, arkadaşlardan ayrılmanın hüznü, eve gelmeden birazcık önce önemli kişilerle merhabalaşmanın kaygısı, ve sonuç, muhteşem bir kırılma. Bir mutsuzlukla şehre girmeyi başarmıştım nihayetinde.

Kapının önünü temizlerken bilinçdışımın benden bir adım önde olmasına gülüyor, böylesi bir bedel ödediğim içinse kendime kızıyordum. Aklıma Totem ve Tabu geldi, ilkeller savaştan dönünce bir hafta eşlerine yaklaşmazlarmış – bir tür yas tutma edimi. Ben de Hektor misali, tanrılara paylarını veriyordum herhalde. Dindar olmasam da, tanrılar peşimi bırakmıyordu. “Small Gods” diye bir kitap vardı, ne anlatıyordu o?

Park_Güell_Eve kendimi atma arzumun bu kadar dehşetli olmasına da takıldım. Katalanların bana sordurduğu sorulardan en temeliyle ilgiliydi bu: Hayatta kalmaya mı çalışıyorsun, yaşıyor musun? Ben ilk gruba ait olduğuma iyice inandım bu seyahatin sonunda – Barselona’nın göçmenlerinin de ait olduğu hayatta kalmaya çalışanlar grubuna. Turist de olsam, seyahatin içine tam gaz bir koşuşturma ile Sagrada Familia’dan Palau Güell’e, Casa Batlló’dan La Pedrera’ya yetişmeye çalışan, Artticket’ın parasını çıkartmak için modern sanat düşkünü kesilen halimle ilk gruba aitim. Yüzerken de yoruluyorum; çünkü suyun bir parçası değilim, suyun üstünde durmaya çalışan bir varlığım.

Barselona’da insanlar mutlu görünüyor. Aceleleri yok gibi, para kazanma arzuları yok gibi, dünyaya bırakacakları etkiyi ya da diğerlerinin kendilerini nasıl gördüğünü önemsemiyor gibiler. Birbirlerine bile bakmıyorlar, sanki sevimli bir çocuğu takdir etme arzusu bile duymuyorlar. O kadar rahat görünüyorlar ki, artık insan buna kayıtsızlık diyor ve kendine sormaktan kendini alamıyor: İspanya İç Savaşı’nı yaşamış insanların torunları mı bunlar? Yoksa bütün bu kayıtsızlık bir semptom olarak Avrupa tininin ta kendisi mi? Bütün bu rahatlık hali, o kadar inanılmaz geliyor ki, sormaktan kendimi alamıyorum: Yoksa bu kayıtsızlığın ta kendisi mi?

Sokaklarda radikalliğe dair hiçbir şey yok – şüphesiz göçmenler dışında. Bir tane heavy metal barı olsa da, orada da radikal bir durum yok. Punk ve rock hareketinin pek bir etkisi yok gibi görünüyor, yanlışlıkla punk imajını seçmiş gibi görünen birkaç kişi dışında herkes efendi takılıyor. Benzer şekilde birileri bir yerlerde bira içip duruyor ama sarhoş kimse yok. Gece 12’ye kadar sokaklar kalabalık; ama aynı şekilde 1 gibi de kimse yok. Bu bana deliliğin kendisiymiş gibi geliyor; sanki sokaklarda sessiz bir şiddetle inşa edilmiş nezih bir estetik ve biyolojik bir saat var.

İşte döndüm Barselona’dan ve çalışmaya başladım. Bilemiyorum Avrupa görmüş bir yurttaş olmak aile şeceremde nereye denk düşer, ama on beş dakikalık bir metro yolculuğuyla neredeyse her yanına ulaşılacak bu şehrin tatlı hayalini hatırlarken hep kendime soracağım: Hayatta kalmak için yaşıyorsan, yaşamak neye benzer?

Musa Acar